geçen yazılarımızda komşu Yunanistan’ın bize yakın bölgelerinde dolaştık, Dedeağaç’tan terme escort ipek kenti Soufli’ye, oradan da Türkiye’ye döndük . Ne yalan söyleyeyim, aklım oralarda kaldı. Geçtiğimiz hafta sonu da oraların niyetine gene
Samsun’dan Trakya’ya yola çıktık, lakin bu kez komşuya gitmek nedeniyle değil, Trakya’nın az miktar
da bizim taraflarının keyfine varmak için. şu meşhur Tem yolu inşa edilmeden evvel yollar Trakya’da kentlerden kasabalardan geçerdi, ticari bir canlanma olurdu. şu an
ise bir dönemlerin yol üstü kentleri otoyolun gölgesinde, bir dönemlerin canlılığını arar durumda ama yine de sakin ve huzurlu bir yaşam sürmekteler. Samsun ve Roma arasındaki köprü: Lüleburgaztrakya yolculuğumuzun ilk durağı Lüleburgaz oluyor. Lüleburgaz tarihte ilk kez karşımıza Arcadiapolis gibi
çıkıyor. Hala önceki yazılarda birazcık etimoloji yaptık, hatırlarsınız; polis, kent demek. Arcadiapolis de bu manada Arcadia kenti anlamına geliyor. Ismin hikayesi Ms. 4. yüzyıl sonlarına uzanıyor. Lise tarih derslerinden herkesin malumu olduğu üzere 395 yılında, 1. Teodosius sanarak anılan Roma Imparatoru, imparatorluğu kesin gibi
ikiye bölme ve onu iki oğlu arasına paylaştırma kararı alıyor. şuna nazaran
iki oğuldan birisi
Honorius Batı’nın hükümdarı, kardeşi Arcadius da Doğu’nun imparatoru oluyor. Böylelikle
atası Hadrianus’un üç surat
yıl evvel günümüzde Edirne’ye dönüşen, o zamanlar Hadrianopolis sanarak adlandırılan kentin arkasından
ikinci imparatorluk kenti kurulmuş oluyor. Arcadiapolis, demek ki Lüleburgaz, bütün
Roma dönemi baştan başa
imparatorluğun iki geniş kenti Samsun ve Roma’yı birbirine bağlayan yol üzerindeki çok güzel konumu sonuncunda zenginleşiyor. Otoyoldan ayrılıp kente girdiğinizde geniş bir tarihten gelecek
bu soyluluğu adeta kentin havasından kokluyorsunuz. Lüleburgaz’ın tam esas
bir 16. yüzyıl yapısı olan Sokullu Mehmet Paşa Külliyesi'nin de bulunduğu yer. Külliye deyip geçmeyin öyle; burası tahminen Trakya’nın en mühim yapı grubu ve aynen 16. yüzyıl alışılmış
Osmanlı külliye mimarisi geleneğinde görüldüğü aynı imaret, kervansaray, ilkokul, çeşme, fazla hoş
bir arasta, demek ki çarşıyı barındırıyor. doğrusu
benim kelime
konusu külliyenin adını duymam bundan 5 yıl evvel
Samsun’da, Tophane’de açılmış bir sergiye dayanmakta. Serginin sıradan
"mimar Sinan Samsun’da Palladio’yu ağırlıyor" idi. Mimar Sinan’ın hayatındaki bu mühim kişi ve onun bizim kocaman mimarımız ile olan ilişkisi ılgili
yazacağım yazıyı savayı bir zamana bırakarak o sergide ilk kez Mimar Sinan’ın bu eseri ile çağdaşı meşhur
Rönesans mimarı Andrea Palladio’nun Venedik’te inşa etmiş olduğu yapıların bazılarının benzerliğine özen çekildiğini hatırlatmak isterim. Nereden nereye? Italyan rönesansından Lüleburgaz’a etkileşim. şehirde meydanlar epeyce iri bir ehemmiyet taşıyor Osmanlı bizim tersimize kentlerde meydan açmayı, insanların huzur bulacağı meydan ve parklar oluşturmayı pek önemsemiş. Ne dersiniz, aksi halde
başkalarının torunları mıyız da kendimizi Osmanlı torunu sanarak kandırıyoruz? Caminin önündeki meydan, bu pazar sabahında birçok
sakin, kıraathanelerde keyif kahvelerini yudumlayanlarla dolu yalnızca. Meydanda kanımca yalnızca Türk milletinin özelliği olan tanımadığı insana uzun uzun bakma geleneğinin bir parçası olan bakışlar aşağıda
bir tur attıktan daha sonra
biz de erken
kahvemizi yudumlamak üzere bir köşeye oturuyoruz. Bundan sonra öğle vakti yaklaşmış, karnımız da azıcık
acıkmış, meydanda kurulan iki seyyar kokoreççiyi görünce Beyoğlu çocuğu olmamızın da etkisiyle Lüleburgaz kokoreci nasıl ola ki diyerek bir çeyrek ekmek arası götürüyoruz. Bu altlık tabii, hemen gözümüzü meşhur
bir tüketmek
yazarı üstadımızın da fazla
evvel bir gazetede önerdiği köfteciye dikiyor, gidip oturuyoruz. Basit, temiz, küçücük bir mekan burası. Adı, Dostlar Köftecisi. Sahibi sonradan mühendis olduğunu öğrendiğimiz akça pakça efendi bir bey. Lüleburgazlı olan Galatasaray Lisesi’ndeki düzen
arkadaşımın kapı komşusu ve çocukluk arkadaşı olması kendisine olan sempatimizi artırıyor. Geleneksel ürünlerimiz yok olmanın eşiğindemasamıza birazcık hayli pişmiş olsa da ayrıca yumuşak
koyun eti koksa da son kalite keyifle mideye indirdiğimiz köfteler geliyor, yanında da enfes bir yoğurt. Ayrıca Samsun’dan arabayla çıkarken yol arkadaşıma Silivri’nin yoğurdunun en azından bizim küçüklüğümüzde meşhur
olduğundan kelime
etmiştim, o da bana "uydurma, o Silivri’nin değil Silifke’nin yoğurdu" demişti. Lüleburgaz’da bu konuyu köfteci kardeşimize doğrulatıyor ve arkadaşımı cahillikle eleştiriyorum. Köfteci dostumuz yoğurt geleneğinin daha çok Silivri’den batıya doğru, Kırklareli’ye kaydığını ekliyor. Yakında da herhalde Türkiye’den çıkar gider, böylelikle
bir gelenekten fazla
kurtulmuş olur, kolay
ederiz. Nasılsa umurumuzda değil! tüm geleneksel ürünlerimiz yok olma yolunda hızla ilerliyor. Hem sonunda
ihtiyaç 20 yıldan çok süredir "yaourt Bulgare", demek ki Bulgar Yoğurdu sanarak kafamı şişiren ve sabırla "non, Yaourt Turc", demek ki "hayır, Türk Yoğurdu" sanarak yanıtladığım Fransız dostlarımız haklı çıkar hem de Amerikan televizyonunda yaptığı programlarında "greek Yoghourt" sanarak reklam yapan, babası Kapadokya’nin eskimiş
başkenti Kayseri’den göçmüş olması yüzünden
kısmi hemşerim olan meşhur
Türk doktorumuza hala az sinirleniriz. Fena mı? Köfteci dostumuzla yaptığımız sohbette ona kentin mutfak geleneği ve zenginliğini sorduğumuzda, iri ölçüde köftenin ve Edirne’den de tanıdığımız ciğer ve ciğer dolması olarak
yemeklerin var olduğunu öğreniyoruz. Düzen
tatlıya geldiğinde "hayrabolu" geliyor. Trakyalı dostlarımızın deyimiyle "ayrabolu be!" Hayrabolu tatlısı, bizim Kemalpaşa sanarak tanıdığımız tatlının henüz kocaman
ve henüz lezzetli olanı. Umarız akıbeti, kalitesini iri
ölçüde yitirmiş Kemalpaşa kadar
olmaz. Türkiye’de tüketmek
sonrasının olmazsa olmazı çayımızı içip mekandan ve Lüleburgaz’dan ayrılıyoruz. Eceabat'ta satır et ve ciğer dolması nefisburalara dek gelmişken bir çanakkale Boğazı havası almadan imkansız
diyor, Gelibolu yarımadasının en ucuna, Eceabat’a dek
uzanalım diyoruz. Hava karardıktan daha sonra
Eceabat yakınlarındaki Kum Hotel’e varıyoruz. Burası tam da bizim çocukluğumuzdaki deniz kenarı aile otellerine benzeyen bir yer. Mütevazı ama son sınıf düzgün bir yer. Bilmeyenlere gelecek yaz nedeniyle
katiyen önerilir. Dönüş yolunda Keşan'dan geçerken bu kez bir özge tüketmek
yazarının notlarına gözümüz takılıyor ve tam Samsun yoluna girmişken eks yöndeki çamlıbel Restaurant nedeniyle üç kilometre dek
ileriden arka
dönüş yapıyoruz. Iyi ki de yapıyoruz. Köfteler, satır et, ciğer dolması enfes. Dönüşümüz göre
nefis bir son tat oluyor. Aklımız ve gastronomik zekamız da Trakya’da kalarak kocaman kentimize dönüyoruz.